I
nasıl kubbe deyince ayasofya geliyor aklıma
nasıl türk deyince derûnunda yavuz, muhsin geliyor aklıma
serhat düşünce de at gelirdi yadıma
geçti bende ya inanmaların çağı
ne vaxt eser poyraz yeli
bir esenlik
görklü çalab’dan
bilmem
bilemem gözlerim ufkunda asılı şafağın
beklerim
mahzunî’yle şafağa doğru
nureddin ki münir akşama doğru
hisarlarda
beklerim
dilimde bir nakarat feyruz’dan
hep o bekleyiş asude bir rûzigârdan
II
yedeğimde birçok şey
ama bir at değil
hassas ruhlar için nazenin kederler mesela
salacak’ta nazan hanım’la hoşbext
söyleşmelerde
fakat
benim o gümrah koşularım
umulmadık kurbağalar ve soğuk
salyangozlara çarpakaldı
o nazende sevgiliyi artık
kahpe diye çağırmak olsa gerek
bir atlının atsız kalışı
çok ağlamış,
çok gülmüş,
çok, dert çekmiş dağları anımsatırdı
o hiç tanımadığım atın
ki çocuklar ona gülümserdi
III
her rakkas görüşümde kuyucaklı yusuf’u
her serhat düşümde o atlıyı anışım neden
neden küsmedik alâimine semanın
neden gavvasıydık bahr i havânın
beni üsküdara gider iken iskelede o kızın
niyeydi merakâver durduruşu
dilim dönse der idim ki
girebilsen şu sinemde neler bâr
yahut çarşambayı sel aldı.
çarşambayı sel alır
bir yar sever el alır
kanadı kırılır yollarda kalır
o yûnûs-u biçaredir
baştan ayağa yâredir
IV
yalıtık kurnasında ağaçlıklı yolların
dedin ey nabigâ!
dedin
ey ki her zerre-i gubârın mihr-i rahşandır bana
ve ey ki hâk-i pâyin tûtiyâ-yı dîde-i candır bana
yürüyorum, moonlight sonata
beethoven’dan silence eşliğinde
yürüyor dolmabahçe’ye.
yukarda dağların arasından
dağların arasından ovaya doğru
V
atlara sancı neyse
bu çarpıntı da bana oydu
sarabilirdi her vesileyle ruhumu
zoonozla zağanos arasındaki bağıntıyı düşünürdüm
acaba devlet-i ali’yi kim
hangi şırfıntılar süprüntüler
çürütesi diye
uçmayı bilmez serçeler gibi kadınlar
etrafımdaydı, bazısı hançerli, rikkatli bazısı
tamamı tavırlı ama, hep bir anlaşılmaz abusluk o zarif çehreler ardınca
istemem eksik olsun dedim
bir tirad da ben dedim nisvâna
fakat bunu konuşça değil bakışlaydı
yaptım
yaptım ve fesat
eğlenmedi şükür deli gönlümde
VI
bense,
bir türkü olup bir milleti korumak isterdim
atsız
zarif bir maralın tüylerinden
zülfünden o yârin bir köprü kurduramadım ya
kelimeden bir köprü kalıverdim
yemen iller görmüş dedemin logosu oluvermiştim sanki
çağlıyordum
atsız
gıpta kanatlarıyla hırsın ateşîn vadilerinden geçerdik
geçer ve söyletirdik türkümüzü
bizim
atlarımız aldan, kırdan yağızdan
şehrin en mutena yerlerini bilirdik
kavgasını hayhuyunu mesela sofya’da dans
pera’da akşam edasıyla göğüslerdik
atsız
şiirlerin bile teselli etmediği bir eşik bu sevgilim
bulbus olfactorius’tu atımız
onunla sezinlerdik kainatın nevamisini
rumuzunu remizini ve o derin raksaver
senfonisini
fakat görüyorsun ya
atsız
dalar bir ummana ki hülyalarımız
el gattâs.
VI
bir gün çıkageldi kanadım
bû-yi ruhum dedim
kalk
gidelim küheylan,
dedi
er isen erliğin meydana getir.
vardık at meydanı’na
baktı etrafa, okudu:
perdedari miküned der kasr-ı kayzer ankebut
bum nevbet mizedend der târem-i afresiyâb
dönüp şaşırtıma hakîm bir istihzayla;
‘senin atının durgun bir yanı vardır’
VII
sende gördük
kâinatta muzmer hakâiki sende gördük,
ey at,
senin koşumun ne güzeldi
ırıpların çalkantısında bir mahi gibi
süzülsen ya göğümüzden
sağrılarınla ey güzel gözlü doruk at
yenice, yeniyle, yeniden
zaten yaşadığını biliyorum
bir söz dolanıyor dilime
omni mutantur nihil interit
şu bakır zirvelerin ardından bir atlı geliyor.
Cevapla
Want to join the discussion?Feel free to contribute!